Tarih Bilimi

İslam Medeniyetinde İlim ve Sanat Hayatı

1- İslam Medeniyetinde İlim

İslam bilgiye, eğitim öğretime ve ilim insanlarına önem veren, bunları el üstünde tutan bir dindir. Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim pek çok ayetinde insanlar akıllarını kullanmaya ve düşünmeye çağırır. Aynı şekilde Kur’an’da geçen “Yaratan Rabb’inin adıyla oku.” ve “… Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” ayetlerinde görüleceği üzere İslam, insanı okumaya ve öğrenmeye teşvik eden bir din olmuştur. Benzer mesajlar “Bilgi ve hakikat mü’minin kaybolmuş malıdır, onu nerede bulursa alır.” diyen Hz. Muhammed’in hadislerinde de yinelenmiştir.

a. İslam Medeniyetinde İlim ve Eğitim Kurumları

Beytü’l-Hikmede çalışan İslam âlimlerini gösteren bir gravür
Beytü’l-Hikmede çalışan İslam âlimlerini gösteren bir gravür

İslam medeniyeti bütün dünyada bir ilim ve kitap medeniyeti olarak tanınır. Kâğıdı ve mürekkebi Çinliler icat etse de bunları en iyi şekilde kullanarak bilginin insanlığa yayılmasını sağlayanlar Müslüman âlimlerdir. İslam medeniyetinde ilmî faaliyetlerin öne çıkmasında çeşitli amaçlarla kurulan ilim ve eğitim kurumları önemli rol oynamıştır. Abbasiler Dönemi’nde Bağdat’ta açılan Beytü’l-Hikme ile ülkenin farklı yerlerinde bulunan kütüphaneler, medreseler ve camiler bu tür kurumların belli başlılarıdır.

Beytü’l-Hikme

İslamiyet Mısır, Yunan, Hint ve İran gibi büyük medeniyetlerin kurulup geliştiği topraklar üzerinde yayılmıştı. Bu durum Müslümanlara kendilerinden önceki medeniyetlerin zengin bilgi birikiminden faydalanma imkânı sunuyordu. Ancak bu imkânın kullanılabilmesi için çeşitli dillerde yazılmış eserlerin Arapçaya tercüme edilmesi gerekiyordu.

Emeviler Dönemi’nde başlayan tercüme hareketleri ilk zamanlarda tıp alanındaki çevirilerle sınırlı kaldı. Abbasi Halifesi Mansur, bu alanı genişleterek Aristo’nun “Organon” adlı eserini Yunancadan, Beydeba’nın “Kelîle ve Dimne”sini Farsçadan Arapçaya tercüme ettirdi. Süryanice ve Sanskritçeden de çeviriler yaptıran Mansur, bu eserler için sarayında bir kütüphane kurarak buraya bilgi hazinesi anlamında Hazinetü’l-Hikme adını verdi. Hazinetü’l-Hikmenin büyüyerek bir akademi hâline gelmesi ve Beytü’l-Hikme adını alması ise Halife Me’mun zamanında oldu.

Me’mûn 830 yılında çıktığı Bizans Seferi sırasında topladığı kitapları Beytü’l-Hikmede İslam âlimlerinin kullanımına sundu. Halife bu kültür hamlesini ülke içinden ve komşu ülkelerden başka kitaplar getirterek devam ettirdi. Böylece Beytü’l-Hikme Orta Çağ’ın en zengin kütüphanesi olmanın yanı sıra tercümelerin ve özellikle pozitif ilimlerle ilgili araştırmaların yapıldığı bir merkez hâline geldi.

Burada kitapların korunduğu odalar dışında mütercimler, onların emrinde çalışan kâtipler, yazılan kitapları çoğaltan müstensihler ve kitapları ciltleyen mücellitlerin odaları ile bir de okuma salonu bulunuyordu. Beytü’l-Hikme “sâhib-ü Beytü’l-Hikme” unvanını taşıyan müdür tarafından yönetiliyordu.

Müslüman âlimlerin 750 yılında başlayan ve 900 yılına kadar süren tercüme faaliyetleri sırasında astronomi, matematik, tıp ve felsefeyle ilgili eserler Arapçaya çevrildi. Bu sayede İlk Çağ’a ait klasik eserlerden pek çoğunun bugüne gelebilmesi sağlandı.

b. Kütüphaneler

İslam dünyasında kütüphanelerin temeli aynı zamanda birer okul olan mescitlerde muhafaza edilen kitaplarla atıldı. Bunun yanı sıra bazı âlimlerin evlerinde de çok sayıda kitaptan oluşan kütüphaneler vardı. Halifeler, vezirler, yüksek devlet görevlileri ve halktan zengin kişiler de kendi özel kütüphanelerini kuruyorlardı. Bu tür kütüphanelerin sayısı 794 yılında Bağdat’ta bir kâğıt imalathanesinin kurulmasıyla birlikte daha da arttı.

Örneğin Selçuklu veziri Nizâmülmülk Bağdat’ta Nizamiye adıyla bir medrese ve kütüphane kurdu. Onu genellikle kurucularının adlarıyla anılan başka kütüphaneler izledi. İslam dünyasında kitap biriktirme merakının güçlü olduğu merkezlerden biri de Kurtuba idi. Endülüs Emevi halifelerinden II. Hakem daha veliahtlığı döneminde Emevi sarayında yüz binlerce cilt kitabın bulunduğu büyük bir kütüphane kurmuştu.

Tahta geçtikten sonra da Bağdat, Şam, Kahire, Konstantiniye ve İskenderiye gibi önemli şehirlere kitap uzmanları göndererek kütüphanesini zenginleştirdi. Endülüs’te bu büyük Emevi kütüphanesi dışında çok sayıda özel kitaplık da vardı.

Müslümanların yanı sıra Yahudi ve Hristiyanlara da açık olan bu kütüphaneler aynı zamanda bilgi alışverişinin yapıldığı birer yüksek okul durumundaydı. Endülüs’teki Müslümanların ilme verdikleri değerin bir diğer göstergesi ise Kurtuba’daki kitap çarşısının şehrin en hareketli yerlerinden biri olmasıydı.

c. Camiler

Hz. Muhammed’in Medine’de ders verdiği suffe (temsilî)
Hz. Muhammed’in Medine’de ders verdiği suffe (temsilî)

İslam medeniyetinde eğitim öğretim faaliyetleri Hz. Muhammed’in Mekke’de bir sahabinin evinde toplanan ilk Müslümanlara Kur’an-ı Kerim ayetlerini öğretmesiyle başladı. Hz. Peygamber eğitim öğretim faaliyetini hicretten sonra Medine’de de sürdürerek ibadet yeri olan Mescid-i Nebevî’yi aynı zamanda bir okul hâline getirdi.

Burada her yaştan insana Kur’an’ı ve İslam’ın esaslarını öğreterek onlara mescidin sofasında toplanan dostlar anlamında “Eshâb-ı Suffe” adını verdi. Suffede ders veren muallimler bu iş için ücret almadılar.

Buraya devam edenlerin masrafları zengin Müslümanlar tarafından karşılandı. Böylece İslam dünyasında mescitlerin ve camilerin ibadetin yanı sıra eğitim öğretim amacıyla da kullanılması geleneği başladı. Diğer yandan bu uygulama ileride kurulacak eğitim müesseselerine ve vakıflarına model oldu.

Eğitim öğretiminin camilerde yürütülmesi geleneği Dört Halife Dönemi’nde de devam etti. Emeviler Dönemi’nde ise mektep adı verilen, çocukların devam ettiği bağımsız eğitim kurumları kuruldu. Mektepleri Abbasilerin tesis ettiği Beytü’l-Hikme, Darü’l-İlim gibi isimler taşıyan kurumlar izledi.

Bununla birlikte camilerin eğitim öğretimdeki öneminde bir azalma olmadı. Özellikle dinî ilimleri tahsil etmek isteyen talebelerin camilerde ders veren muallimler tarafından yetiştirilmesine devam edildi. Camilerde talebeler dersi muallimin etrafına toplanarak dinler ve onların oluşturdukları halka hocanın adıyla anılırdı.

Buralarda araştırma ve uzmanlık yapmak isteyenler için zengin bir kütüphane de bulunurdu. Eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü camilerin en tanınmışları Şam’da Emeviye, Bağdat’ta Mansur, Mısır’da Ezher ve Endülüs’te Kurtuba Camileri idi.

ç. Medreseler

Abbasiler Dönemi’nde ortaya çıkarak yaygınlık kazanan medreseler İslam medeniyetinin cami dışı eğitim kurumlarıydı. Bu kurumlar temel eğitimini tamamlayan talebelerin devam ettiği orta ve yüksek dereceli okullardı.

Medrese eğitimini gösteren bir minyatür
Medrese eğitimini gösteren bir minyatür

Müslümanların medrese kurma faaliyetleri Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün 1067 yılında Bağdat’ta Nizamiye Medresesini kurmasıyla birlikte hız kazandı. Medreselerin yaygınlaşmasında ilim insanı ve devlet görevlisi yetiştirmenin yanı sıra İslam dünyasında ortaya çıkan zararlı dinî propogandalarla mücadele ihtiyacı da etkili oldu.

Medreselerde bütün masraflar devlet veya vakıflar tarafından karşılanarak ücretsiz eğitim verilirdi. Bu eğitim kurumlarında ders veren ve imtihanla seçilen öğretmenlere müderris, onların yardımcılarına ise müzakereci veya mu’îd denirdi. İslam medreselerinde müderrislik yapanlar arasında Farabi, Ebu Bekir Razi, Fahrüddin Razi, İbn-i Sina ve Gazali gibi dünyaca ünlü âlimler vardı.

Medreseler öğrencilerin hep birlikte ders yapabilecekleri büyük bir dershane ve onun etrafında dizilen odalar şeklinde inşa edilirdi. Dersler ortadaki büyük dershanede işlenir, dersten sonra öğrenciler odalarına çekilerek çalışmalarına orada devam ederlerdi. Medreseden özel bir imtihanla mezun olan öğrencilere icazetname denilen, üzerinde hocaların ve alınan derslerin adlarının yazılı olduğu bir diploma verilirdi.

Günde beş saat ders yapılan medreselerde eğitim öğretim sabah namazından sonra başlar, öğle namazına kadar devam ederdi. Medreselerde dinî bilimler ve çeşitli dil derslerinin yanı sıra felsefe ve mantık dersleri ile tıp, matematik, geometri, astronomi, coğrafya gibi temel bilimler okutulurdu. İslam dünyasında genel medreseler denilen bu eğitim kurumları dışında dâr-ül-hadis, dâr-ül-kurrâ, dâr-ül-hendese ve dâr-üt-tıb adlarıyla belli alanlarda eğitim veren ihtisas medreseleri de vardı.

2- İslam Âlimlerinin İlme Bakışı ve İlimler

İslam Dünyası VIII. yüzyıldan itibaren tarihe İslam Rönesansı adıyla geçen büyük bir aydınlanma dönemine girdi. Bu dönemde dünyaca tanınmış ünlü İslam âlimleri yetişti. Farklı konularla ilgilenseler de İslam âlimlerinin ortak amacı kendisini, âlemi ve Allah’ı tanımaktı. Kur’an’ın “…. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. …” ayeti ve İslam’ın “Kendini bilen Rabb’ini de bilir.” ilkesi doğrultusunda hareket eden Müslüman âlimler, kendi varlıklarından olduğu gibi Allah’ın varlığından da kuşku duymadılar.

Ayrıca onu kadir-i mutlak yani dilediği her şeyi dilediği zaman yapabilen ve kendisini hiçbir şeyin sınırlandırmadığı bir varlık olarak kabul ettiler. İnsanları, hayvanları, bitkileri ve cansız varlıkları Allah’ın kelimeleri olarak görüp onları anlamaya çalıştılar. Başka bir deyişle âlemdeki her varlığı ve hareketi Allah’ın delili saydılar.

İslam âlimleri ünlü Yunan filozofu Aristo’nun insanın düşünen bir canlı olduğu görüşünü daha ileriye taşıdılar. Onlara göre insan, ilahi bir görünümde yaratılmış olmanın yanı sıra yükümlülük sahibi olmasıyla da âlemdeki diğer varlıklardan ayrılıyordu. Bundan dolayı insanın Allah’a, başka insanlara ve tabiattaki varlıklara karşı yerine getirmesi gereken görevleri vardı.

Onun âlemdeki diğer varlıklar karşısında üstünlüğünü koruyabilmesi bu görevlerini yerine getirmesine bağlıydı. Ancak insanın yükümlülüğünü idrak ederek buna göre davranması kendiliğinden ortaya çıkabilecek bir durum değildi. Bunun için insanın benliğinden başlayarak yaşadığı âlemi ve tüm bunların yaratıcısı olan Allah’ı bilmesi gerekiyordu.

İnsanın kendini bilmesi ona Allah’ı tanıtacak, Allah hakkındaki bilgisi arttıkça da kendisi ve âlem hakkında kesin ve gerçek bilgiye ulaşabilecekti. İslam âlimlerine göre bu sürecin tamamlanması aynı zamanda akıl sağlığının da bir göstergesi idi. Müslümanlara göre insanın varlık nedeni, insanın âlem ve Allah ile ilişkisi, ahiret hayatı gibi konularda en kesin bilgiler Kur’an-ı Kerim’de ve sünnette saklıydı.

Dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmanın yolu ise bunların bilinmesinden geçiyordu. Bu nedenle İslam medeniyetindeki ilk ilim dalları Kur’an ve sünnet üzerine yapılan çalışmaların sonucunda ortaya çıktı. Dinî ilimler başlığı altında toplanabilecek bu ilimlere toplumsal ihtiyaçların, komşu medeniyetlerle kurulan ilişkilerin ve tercüme faaliyetlerinin etkisiyle zamanla başka ilim dalları eklendi.

İslam medeniyetinde ilim alanındaki çalışmaların çeşitlenmesi ve yoğunluk kazanması ilimlerin sınıflandırılması ihtiyacını ortaya çıkardı. Bunun üzerine Farabi’den Gazali’ye, İbn-i Rüşd’den El-Kindi’ye kadar pek çok İslam âlimi bu ihtiyacı gidermek üzere ilimleri tasnif etmeye çalıştı. Bunlardan Farabi “İhsaü’l-Ulûm” adlı eserinde ilimleri teorik ve pratik ilimler olarak iki ana bölümde topladı.

Matematik ve doğa ilimlerine teorik bölümde; fıkıh, kelam, hadis, tefsir gibi dinî ilimlere ise pratik bölümde yer verdi. Farabi’nin ilimler tasnifi ana hatlarıyla kendisinden sonra gelen âlimler tarafından da benimsendi. Buna göre dinî ilimler vahiy ve sünnetten kaynaklandığı için İslam medeniyeti çerçevesinde Müslümanlara özgü ilimler olarak kabul edildi.

Nakil yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan ve ilahi bilgi de denilen bu ilim dallarından tefsir, Kur’an ayetlerinin belirli kurallar doğrultusunda açıklanıp yorumlanmasını ifade eder. Hadis ilmi Hz. Muhammed’in sözlerinin ve davranışlarının güvenilir şekilde derlenmesiyle ilgilenir. İslam’ın inançla ilgili yönünü inceleyen kelam ilminin amacı iman esaslarının felsefe yoluyla kanıtlanmasıdır.

İslam hukuku anlamına gelen fıkıh ise bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyen dinî hükümlerin yorumlanmasıyla uğraşır. Müslüman âlimler nakil yoluyla öğrenilen dinî ilimlerin yanı sıra araştırma, deney, gözlem ve tecrübe yoluyla öğrenilen akli ilimlerle de ilgilenmişlerdir. İslam medeniyetinde insani bilgi denilen ve tüm insanlığın ortak malı olarak görülen bu ilimlerin başlıcaları tıp, matematik, fizik, kimya, felsefe, coğrafya ve astronomidir.

3- İslam Medeniyetinde İlmî Ekoller ve Âlimler

İslam’ın ilk yıllarında Müslümanlar arasında var olan dil ve kültür birliği Kur’an ve sünnetin anlaşılması konusunda ciddi ayrılıkların yaşanmasını önlüyordu. Ancak zaman içinde gerek Arap olmayanların İslam’ı kabulü gerekse şehirlerde yaşayan farklı etnik gruplara mensup Müslümanların karışıp kaynaşmasıyla bu durum değişmeye başladı.

Mekke, Şam, Bağdat, Basra, Kahire ve Horasan gibi büyük merkezlerde yürütülen dinî eğitimlerde Kur’an’ın okunuşu ve anlamı ile Hz. Peygamber’in sözleri ve uygulamaları konularında yorum farklılıkları ortaya çıktı. Bu farklılıklar İslam kültür ve medeniyetinde farklı felsefi ekollere kaynaklık etti. Felsefi ekollerin ortaya çıkmasında Arapçaya tercüme edilen Hint, İran ve Yunan medeniyetlerine ait felsefe eserleri de rol oynadı.

Meşşâiyye ekolü: Derslerini yürüyerek anlatan Aristo’nun akılcı felsefesinden etkilenmiştir. Kendilerine yürüyenler anlamında Meşşaîyyûn diyen bu ekolün temsilcileri İslamın temel kaynaklarını ihmal etmeden din ile felsefeyi uzlaştırmaya çalıştılar. Düşünmeye, mantığa ve araştırmaya önem veren Meşşaîyyenin en önemli temsilcileri El-Kindi, Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd’dür.

Maturidiyye ekolü: Adını kurucusu El-Maturidî’den alan bu ekole göre insan fiillerinin yaratıcısı Allah’tır. İnsan bu fiillerden dilediğini yapıp yapmamakta hürdür. Çünkü insan Allah’ın gönderdiği peygamberler ve aklı yardımıyla faydalı olanı zararlıdan, kirliyi temizden, iyiyi kötüden ayırt etme gücüne sahiptir.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir  Napolyon'u Yenen Osmanlı Paşası

Eş’arîyye ekolü: Adını kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’den alan bu ekole göre iyilik, kötülük ve adalet gibi ilkeler Allah’ın emir ve yasaklarıyla anlam kazanır. Bu nedenle Allah tarafından emredilen davranışlar ahlaken iyi, yasaklananlar ise kötüdür.

İslam Medeniyetinde İlmî Ekoller

  • Tabîiyyûn ekolü: Dünyanın yoktan var edildiğini ve kendi dışındaki üstün bir güç tarafından düzenlenip yöneltildiğini savunan görüştür. Bu ekolde tabiatın bilimsel yöntemlerle araştırılması, bunun için de deney ve tümevarım yöntemlerinin kullanılması esastır. Tabîiyyûn ekolünün en önemli temsilcisi Ebu Bekir Zekeriyya Razi’dir.
  • Mu’tezile ekolü: İnsanın dünyadaki iyi ve kötü davranışlarının yaratıcısı Allah değil, insanın kendisidir. Allah’ın insanlara iyi ve kötü arasında tercih yapabilme hakkı tanıması gerekir. Aksi hâlde ilahi irade ile gerçekleşen bir davranışın sorumluluğu insana yüklenemez. Bu, Allah’ın adaleti ile de bağdaşmaz.

İslam Medeniyetinde İlmî Âlimler

Farabi (870-950)

Farabi, felsefe dünyasında birinci öğretmen olarak görülen Aristo’nun fikirlerini en iyi yorumlayan filozof olarak kabul edildi. Bu nedenle ikinci öğretmen anlamında “muallim-i sani” unvanıyla anıldı. “İhsaü’l-Ulûm” (İlimlerin Sınıflandırılması) adlı eserinde ilimleri tasnif etti.

Devlet yönetimiyle ilgili öğütler verdiği “Medinetü’l-Fazıla”da (Erdemli Şehir) ise hükümdarı, insan vücudunun en önemli organı olan kalbe benzetti. “Kitabu’l-Musıki’l-Kebir” adlı eserinde müzik ile matematik arasında ilişki kurarak müziği bir bilim hâline getirdi. Kanun adlı müzik aletini icat etti. Eserlerinde yararlandığı kaynakları göstererek akademik dürüstlük ilkesine bağlı kalmış bir bilgin olarak tanındı.

İbn-i Sina (980-1037)

Tıp alanındaki çalışmalarıyla tanınan İbn-i SinaKitabü’l-Şifa” ve “El Kanun Fi’t-Tıp” adlı eserleri kaleme aldı. Bunlardan “El Kanun Fi’t-Tıp” (Tıp Kanunu) çeşitli Batı dillerine çevrildi. Paris Tıp Fakültesi kütüphanesindeki dokuz ana kitabın en başında yer alan bu eser, altı yüzyıl boyunca tıp öğretimi yapan Avrupa üniversitelerinde temel başvuru kitabı olarak kullanıldı.

Batı dünyasında “Avicenna” adıyla bilinen İbn-i SinaEl Kanun Fi’t-Tıp”ta zatülcenp (göğüs zarı iltihabı), zatürre, menenjit, yüz felci, sarılık ve kemik iltihabı hastalıklarını tanıtarak bunların tedavi yöntemlerini anlattı. Kanın gıda taşıyan bir sıvı olduğunu belirtti. Ayrıca 760 çeşit ilaç hakkında bilgi verdi.

İbn-i Rüşd (1126-1198)

İbn-i Rüşd, felsefe ile dinin birbirinin bütünleyicisi olduğunu savundu. Bu konudaki görüşlerini Gazali’nin “Tehafütü’l-Felasife” adlı eserini çürütmek için yazdığı “Tehafütü’t-Tehafüt”te açıkladı. Felsefenin yanı sıra optik ve tıp alanında da çalışarak ünlü bir tıp ansiklopedisi olan “El Külliyat”ı yazdı.

Kadınların devlet ve toplum hayatının dışında bırakılmasının yoksulluk ve kötülüklerin sebeplerinden biri olduğunu ileri sürdü. Batı dünyasında “Averroes” adıyla tanındı ve düşünceleri XIII. yüzyılda akılcı bir felsefe akımına dönüştü. Avrupa ilk Rönesans’ını Latin İbn-i Rüşdcülüğü adıyla bilinen ve kilisenin skolastik felsefesine karşı çıkan bu akımla birlikte yaşadı.

İmam Gazali (1058-1111)

Gazali, aklın dine aykırı olmadığını söylemekle birlikte gerçeğe ancak iman yoluyla ulaşılabileceğini savundu. Nakli esas alan bir âlim olarak Aristo, Farabi ve İbn-i Sina gibi aklı öne çıkaran filozofları eleştirdi. “Tehafütü’l-Felasife” (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı eserinde söz konusu filozofların tutarsızlık olarak nitelendirdiği görüşlerini ifade etti.

Bağdat’taki Nizamiye Medresesinde müderrislik yaptı. İnsanlara ahlaki öğütler vererek iyiliği ve kötülüğü davranışlara değil, niyetlere göre değerlendirdi. “İhyâü’l-Ulûmi’d-Din” (Din İlimlerinin Yeniden Yapılanması) adlı eserinde de Kur’an’a ve sünnete uygun bir hayat için önerilerde bulundu.


İslam dünyasında insan davranışları konusunda başka felsefi ekoller de ortaya çıkmıştır. Bunlardan Cebriyye ekolü ağacın büyümesi veya güneşin batması gibi insanın da fiillerinde mecbur olduğunu savunur. Dolayısıyla fiilleri yapan da yaptıran da Allah’tır. Kaderiyye ekolü mensuplarına göre ise insan fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir. Onları kararlaştıran ve yapan insanın kendisidir.

Hz. Muhammed’e atfedilen “İçtihat edip isabet eden iki, içtihat edip yanılan bir sevap kazanır.” hadisi gereği dinî içtihatlarda bulunup yorumlar yapmışlardır. Bunun sonucunda da İslam dünyasında felsefi ekoller dışında çeşitli fıkıh ekolleri doğmuştur. Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed bin Hanbel içtihatlarıyla mezhep kurucuları olmuş İslam âlimlerinin belli başlılarıdır.

Bu âlimler İslam’ın temel ilkelerinde birleşmekle birlikte ibadet biçimleri ve meselelerin çözüm yolları ile ilgili farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslam medeniyetinde çeşitli ekollere ayrılan alanlardan bir diğeri tasavvuftur. Tasavvuf ekolleri farklı yaklaşımlar içermekle birlikte temelde Allah sevgisi, ruh temizliği ve güzel ahlak gibi ortak ilkeler etrafında birleşmiştir.

4- İslam Medeniyetindeki Başlıca İlim Havzaları

Endülüs Havzası

  • Şehirler: Kurtuba, Tuleytula, Gırnata, Sevilla
  • Bilimler: Coğrafya, botanik, felsefe, tıp, astronomi, matematik
  • Kurumlar: Kurtuba Kütüphanesi

Suriye Havzası

  • Şehirler: Şam
  • Bilimler: Tıp, kimya, felsefe ve astronomi
  • Kurumlar: Şam Rasathanesi

Bağdat Havzası

  • Şehirler: Bağdat, Harran, Cündişapur
  • Bilimler: Tıp, felsefe, siyaset, edebiyat, astronomi, fizik, kimya, botanik, matematik, müzik
  • Kurumlar: Beytü’l-Hikme, Bağdat Kütüphanesi, Nizamiye Medresesi, Cündişapur Tıp Okulu

Mağrip (Kuzey Afrika) Havzası

  • Şehirler: Kayrevan, Rakkade (Tunus)
  • Bilimler: Fıkıh, kelam, tefsir, matematik, tarih, coğrafya
  • Kurumlar: Ebu Zekeriyyâ Kütüphanesi, Zeytûne Camii Kütüphanesi, Beytü’l-Hikmetü’l-Kayrevani

Mısır Havzası

  • Şehirler: Kahire, İskenderiye
  • Bilimler: Felsefe, tıp, mantık, matematik, fıkıh, tarih
  • Kurumlar: Dârü’l-Hikme

Hicaz Havzası

  • Şehirler: Mekke, Medine
  • Bilimler: Hadis, fıkıh
  • Kurumlar: Suffe, Medreseler

İran-Horasan Havzası

  • Şehirler: İsfahan Nişabur, Rey, Merv, Hemedân, Kazvin
  • Bilimler: Astronomi, tıp, matematik, kelam, tasavvuf
  • Kurumlar: İsfahân Rasathanesi

5- İslam Âlimlerinin ve Müslümanların Avrupa’ya Etkileri

Müslümanlar İslamiyet’in bilgiye verdiği değerin gereği olarak ilim alanında sürekli yükselme çabası içinde oldular. İlmi, müminin yitik malı olarak görüp bulmaya çalıştılar. Diğer yandan İslam’ın ilk yıllarından itibaren ilim ve eğitim merkezleri kurarak bilgi üretimine ve aktarımına önem verdiler. Bu arada başka medeniyetlerin bilgi birikimlerinden ve âlimlerinden yararlanmayı da ihmal etmediler.

Orta Çağ Hristiyan dünyasında kilisenin aklı ve bilimi reddettiği bir dönemde Müslümanlar din ile bilimi bağdaştırdılar. Böylece skolastik düşüncenin hâkimiyeti altındaki Avrupa’nın fikrî bakımdan karanlıkta olduğu bir dönemde akılcı düşünceye dayanan ileri bir medeniyet kurdular.

Her alanda dünyaca tanınmış ünlü bilginler yetiştirdiler. Müslümanlar ilimde ve teknolojideki çalışmalarıyla İslam medeniyetine olduğu kadar Avrupa medeniyetine de katkıda bulundular. Avrupalılar Müslümanların matematik, tıp, mühendislik, astronomi ve felsefede kendilerinden ileri olduğunu gördükçe İslam medeniyetini daha yakından tanımaya çalıştılar.

XI. yüzyılın sonlarına doğru Müslümanların ilim ve fenniyle tanışıp bunlardan sistemli bir şekilde faydalanmaya başladılar. Bu yolda ilk adımı atanlardan biri Rahip Raymond (Raymınd) oldu. Raymond, Endülüslü Müslümanların önemli ilim ve kültür merkezlerinden Tuleytula’nın 1085’te Hristiyanların eline geçmesinin ardından bu şehirde Avrupa’nın ilk Doğu ilimleri okulunu açtı.

Ayrıca bir tercüme evi kurarak burada İslam âlimlerinin eserlerini Latinceye çevirtti. Böylece Avrupalılara İslam filozoflarının akılcılığı öne çıkaran düşüncelerini öğreterek Rönesans ve Reform hareketlerine zemin hazırladı.

İspanya’nın yanı sıra İslam medeniyetinin etkilediği bir diğer Avrupa ülkesi İtalya oldu. Bu ülkede binaların mimari özelliklerinden ders programlarına ve öğretim yöntemlerine kadar İslam medreselerini taklit eden üniversiteler kuruldu.

Sicilya kralı tarafından 1224’te Napoli’de açılan üniversite Arapçadan Latinceye tercümelerin yapıldığı bir ilim merkezi hâline geldi. Onu Bologna, Montpellier ve Paris Üniversiteleri takip etti. Tıp eğitiminde İslam ekolünün hâkim olduğu bu üniversitelerde İbn-i Sina’nın “El Kanun Fi’t-Tıp” adlı eseri okutuldu.

Eserleri Latinceye çevrilen Müslüman hekimlerden biri de Ebu Bekir el-Razi oldu. Tıp alanındaki İslam eserlerinin tercümeleri sayesinde Avrupa’da hastalıklara bakış açısı değişti. Hastalıkların insanın içine giren şeytandan kaynaklandığı ve hastanın rahibin duasıyla iyileşebileceği anlayışı yerini bilimsel teşhis ve tedavi yöntemlerine bıraktı.

Batılılar matematikte sıfırın kullanımını Müslümanlardan öğrendiler. Sıfırı bulan ünlü İslam matematikçisi Harezmi, Hintlilerden aldığı dokuz adet rakama sıfırı ekleyerek onluk sistemi tamamladı. Böylece karışıklıklara yol açmadan matematiksel işlemlerin kolayca ifade edilmesini sağladı.

Sıfırın keşfi Avrupa için dönüm noktası oldu. Müslüman bir hocadan dersler alan İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci (Liyanardo Fibanacci) 1202 yılında yazdığı “Liber Abaci” adlı eserinde Arap-Hint sayıları olarak bilinen onluk sayı sistemini tanıttı. Böylece Romen rakamlarıyla toplama ve çıkarma yapmakta zorlanan Avrupalılara günlük hayattaki matematiksel işlemleri kısa yoldan kolayca yapabilmeyi öğretti.

6- İslam Medeniyetinde Sanat

Müslümanlar “Allah güzeldir, güzeli sever.” ilkesi gereği sanata önem verdiler. Kur’an’da belirtildiği üzere Allah’ı en büyük sanatkâr olarak görüp onun kâinatı ve kâinatın küçük bir örneği kabul edilen insanı yarattığına inandılar. İyi bir Müslüman olmak için de Allah’ın bu sanatına katılmak gerektiğini düşünüp kendilerini ve çevrelerini güzelleştirmeye çalıştılar.

Müslümanlar bu anlayışın gereği olarak çeşitli sanat dallarında özgün eserler ortaya koydular. Bunu yaparken de çoğu zaman fethedilen ülkelerde karşılaştıkları İslam öncesi döneme ait eserleri gölgede bırakma arzusuyla hareket ettiler. İslam sanatı esas itibarıyla dinî ilkeler ve ihtiyaçlar çerçevesinde şekillendi. Böyle olduğu için de İslam medeniyetinde en ileri giden sanat dalı mimari oldu.

Cami mimarisinin gelişiminde namazın olabildiği ölçüde cemaatle kılınmasına yönelik tavsiyeler rol oynadı. Benzer şekilde Müslümanların ilim ve eğitim ihtiyacı medrese mimarisinin yolunu açtı. Sağlığa ve temizliğe verilen önem ise çeşmeler, hamamlar, su kemerleri ve darüşşifaların inşasına zemin hazırladı. İslam mimarisinin gelişmişliği Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve Gırnata gibi başkentlerde inşa edilen camiler ve saraylar ile ticaret yolları üzerinde yapılan kervansaraylarla da kendisini gösterdi.

Endülüs’te bulunan İslam eserlerinden Kurtuba Ulu Camii’nin içinden bir görünüş

İslam medeniyetinde mimariye bağlı olarak çeşitli süsleme sanatlarında ileri gidildi. Allah’a duyulan sevgi ve saygının göstergesi olarak özellikle ibadet mekânları nakışlarla süslendi. İslam’ın ilk dönemlerinde putperestliği canlandırabileceği düşüncesiyle hayvan ve insan resimleri yapmaktan kaçınıldı.

Onun yerine süslemelerde genellikle bitkisel motifler ve geometrik şekiller kullanıldı. İslam sanatında süsleme ögelerinden bir diğeri olan yazı hüsn-ü hat denilen güzel yazı sanatını ortaya çıkardı. Başta camiler olmak üzere mimari eserlerin duvarları onlarca çeşit yazı türü ile yazılmış ayet ve hadislerle süslendi. El yazması kitaplar kaleme alındı. Kitap ciltlerinin ve iç sayfalarının süslenmesi amacıyla da tezhip ve ebru sanatları geliştirildi.

Müslüman sanatçılar insan resimleri yapmaktan kaçınsa da bu durum minyatür sanatının gelişmesine engel olmadı. İki boyutlu ve gölgesiz resimler olan minyatürlere çeşitli konularda yazılmış pek çok eserde yer verildi. Ayrıca divan toplantılarını, savaşları, zafer kutlamalarını ve eğlenceleri anlatan minyatür kitapları yapıldı.

Müslüman sanatçılar İslamiyet’i kabul eden milletlerin sanat anlayışını bir potada eriterek güçlü bir sentez ortaya çıkardılar. Bu sanatçılar eserlerinde mahalli toplulukların ve bireylerin estetik arayışlarına ve güzellik tercihlerine yer verdiler. Ayrıca komşu medeniyetlerin ve fethedilen ülkelerin sanat birikimlerinin İslam’a uygun yönlerinden yararlanmayı ihmal etmediler.

İslam mimarisinde kümbet ve türbe yapımı Türklerin ölü gömme âdetlerinin ve çadırlarının etkisiyle başladı. Samarra Ulu Cami minaresinin spiral, Anadolu camilerinin minarelerinin genellikle yivli ve silindir şeklinde, Kuzey Afrika’dakilerin ise kalın ve dört köşeli yapılması da aynı şekilde yerel sanat anlayışlarının etkisiyle ortaya çıktı.

Böylece İslam sanatı Müslümanların birlik içinde çokluğu esas alan kapsayıcı yaklaşımıyla çok renklilik kazandı. İslam sanatı Türklerin İslamiyet’i kabulüyle birlikte yeni bir gelişim sürecine girdi. Türkler başta mimari olmak üzere ağaç oymacılığı, taş işçiliği, çinicilik ve musikide hayranlık uyandırıcı eserler verdiler. Özellikle hat alanında büyük sanatçılar yetiştirerek İslam dünyasında “Kur’an Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözünü meşhur ettiler.

Tarih Bilimi Ders Notları

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu