Tarih Bilimi

İlk Türk Devletlerinde Güç ve Yönetim Yapısı

1- Gücün Meşruiyet Kaynağı

Asya Hun Devleti’nden başlayarak İç Asya’da kurulan Türk devletlerinde hâkimiyetin kaynağı ilahi bir güç olan Gök Tengri’ye dayanıyordu. Bu anlayışa göre en yüce varlık ve tek yaratıcı olarak kabul edilen Gök Tengri yeryüzünü doğrudan kendisi değil, Türk kağanı eliyle yönetiyordu.

Kağan hükmetme ayrıcalığını Gök Tengri’nin kendisine bağışladığı devleti idare etme yetkisinden alıyordu. Halkı da onun doğaüstü güçlerle ve yeteneklerle donatılmış olduğuna inanıyordu. İlk Türk devletlerinde kağanlara Gök Tengri tarafından verildiğine inanılan yönetme yetkisine kut denirdi.

Kut sahibi olan hükümdar Tengri’den aldığı iktidar gücüyle ülke içinde meşruiyetini sağlamlaştırır, dağınık boyları idaresi altında birleştirir ve sınırlarını genişletirdi. Orhun Kitabelerinde bu durum “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletleri kendime tabi kıldım ve hepsini düzene soktum.” sözleriyle ifade edilmişti.

Bu sözler kut sahibi olduğu kabul edilen Türk kağanının yalnız kendi milletini değil bütün insanlığı yönetme yetkisine sahip olduğunu göstermekteydi. Asya Hun Devleti hükümdarlarının sonsuz genişlik, yücelik ve ululuk anlamlarına gelen “tanhu” veya “şanyü” unvanlarını kullanmaları da bunun kanıtıydı

Türk kağanına  yönetme yetkisinin Gök Tengri tarafından bağışlandığı anlayışı Kök Türk ve Uygur Devletleri Dönemi’nde de devam etti. Orhun Kitabelerinde geçen “Tengri kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş.” sözünden de anlaşılacağı üzere kağanın düşmanına üstünlük kurması, girdiği mücadelelerden zaferle çıkması Gök Tengri’nin yardımıyla oluyordu.

Aynı kitabelerde geçen “Yukarıda Türk Tengrisi; Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağan’ı, annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış.” ve “Tengri lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş.” sözleri de bu durumu destekliyordu.

İlk Türk devletlerinde Gök Tengri tarafından görevlendirildiği kabul edilmekle birlikte kağanın tanrısal bir güce sahip olduğu düşünülmezdi. Bu nedenle kağan kendini, gücü ve yetkiyi bağışlayan Gök Tengri’ye karşı sorumlu sayarlardı. Kutu veren Tengri’nin bunu geri alabileceğini de bilerek hata yapmamaya özen gösterirdi.

Aynı anlayışla toprakları üzerinde yaşayan insanları Tengri’nin kendisine kutsal bir emaneti olarak görür ve onları Türk töresine uygun şekilde yöneterek rahat ettirmeye çalışırdı. Bu sorumlulukları yerine getiremeyen kağanlar ise yönetme yetkisini kaybederdi.

Örneğin II. Kök Türk Devleti hükümdarlarından İnal Kağan devlet yönetiminde başarısız olunca halk arasında kendisi hakkında “Kut ondan memnun kalmadı.” şeklinde bir kanaat belirmişti. Bunun üzerine kağan kuzenleri Bilge ve Kül Tigin kardeşler tarafından tahttan indirilmişti.

Kağan ve Kut

2- Gücün Maddi Kaynakları

Devlet; milleti oluşturan insan topluluğunun egemenlik haklarını serbestçe kullanabilmesi amacıyla ülke adı verilen, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde kurduğu siyasi teşkilattır. Bu tanıma göre devleti oluşturan temel unsurlar millet ve ülkedir. Türkler ülkeyi “uluş” veya “yurt” adıyla anmışlar, üzerinde bağımsız olarak yaşadıkları ve geçimlerini sağladıkları toprakları vazgeçilemez, kutsal bir varlık olarak görmüşlerdir.

Bunun içindir ki üzerinde hâkimiyetlerinin simgesi olan bayraklarının dalgalandığı, yurtlarını savunmak için canlarını vermekten çekinmemişlerdir. MÖ 209 yılında Asya Hun Devleti’nin başına geçen Mete Han kendisine gözdağı vermek isteyen Tunguzların haksız ve ağır istekleriyle karşılaştı. Tunguz hükümdarı, Mete Han’dan sınır bölgesindeki kullanılmayan bir toprak parçasını istedi.

Mete’nin bazı danışmanları söz konusu toprak parçasında insanların yaşamadığını ve Hunlara uzak bir yerde bulunduğunu söyleyerek talebin kabul edilmesi yönünde görüş belirttiler. Bunun üzerine Mete Han “Devletin temeli olan toprağı biz nasıl verebiliriz?” diyerek danışmanlarını idam ettirdi. Ardından da Tunguzların üzerine yürüyerek ani bir baskınla bu kavmi yenilgiye uğrattı. Böylece topraksız bir devletin düşünülemeyeceğini ve toprağın terk edilemeyeceğini göstermiş oldu.

a. Toprak ve Konar-göçerlik

Türk devletlerinde “Devlet halk için vardır.” anlayışı egemendi. Orhun Kitabelerinde geçen “Ölecek milleti diriltip doyurdum. Çıplak milleti giydirdim. Fakir milleti zengin, az milleti çok kıldım.” sözlerinde belirtildiği gibi Türk kağanı halkın maddi ihtiyaçlarını karşılamak ve onların refahını arttırmakla görevliydi. Onun bu konudaki en önemli dayanağı ise sahip olduğu topraklardı.

Sert karasal iklimin hüküm sürdüğü İç Asya’da yaşayan Türkler başta hayvancılık olmak üzere dokumacılık, dericilik ve maden işlemeciliği gibi ekonomik faaliyetlerle uğraşıyorlardı. Hayvan sürülerini besleyebilmek için gür otlaklar arayan konar-göçer Türkler yaz mevsimini yaylak adı verilen yüksek ve serin yerlerde geçirirlerdi. Kışın ise kışlak denilen ılıman ve alçak düzlüklere inerlerdi.

Türk devletleri ekonomik kaynaklarının yanı sıra sahip oldukları ülkelerin coğrafi konumundan da yararlanmasını bildiler. İpek Yolu üzerinde bulundukları için mallarını dışarıya satma ve kendilerinde olmayan ürünlere kolayca erişme imkânını elde ettiler. Diğer yandan bu yolu kullanan tüccarlardan vergi alıp başta Çin olmak üzere komşu devletlerle kazançlı ticaret antlaşmaları yaptılar.

b. Soy Dayanışması

İlk Türk devletlerinin kurulup güçlenmesinde soy dayanışmasının önemli bir yeri vardır. Bu devletlerde toplumun en küçük birimi oğuş olarak adlandırılan aile idi. Aynı soydan gelen ailelerin birleşmesiyle uruglar, urugların bir araya gelmesiyle boylar meydana gelirdi.

Bir bey tarafından yönetilen ve kendisine ait silahlı gücü olan boyların birleşmesiyle de budun oluşurdu. Milleti huzur ve barış içinde yaşatmak amacıyla kurulan siyasi teşkilata ise devlet anlamına gelen il (el) denirdi. Türklerde siyasi teşkilatlanmanın başlangıç noktası aileydi. Devlet kurmak için harekete geçenler Gök Tengri’nin kut verdiğine inanılan bir aileye mensup olurlardı. Hunlarda Tu-ku, Kök Türklerde Aşina (Bozkurt) ve Uygurlarda Yağlakâr aileleri böyleydi.

Hazarların da hakan ailesinin Aşina soyundan geldiği kabul edilirdi. Bu ailelere mensup kişiler çoğu zaman bağlı oldukları urugların ve boyların da başkanlarıydı. Birleştirme ve teşkilatlandırma yeteneğine sahip olan bu liderler otoritelerini önce akraba boylara kabul ettirirlerdi. Onları görüşme veya savaş yoluyla ikna edilen diğer boylar izlerdi.

Böylece ailede başlayan teşkilatlanma süreci boyları ve giderek budunun tamamını kapsayacak şekilde genişlerdi. Kuruluş sürecinin sonunda da boyları kendi etrafında toplayan kişi, özel bir törenle tahta oturur ve çeşitli unvanlar alarak iktidarını halka duyururdu. Asya Hun, Kök Türk ve Uygur Devletleri buna benzer şekilde bir kağanın ortaya çıkarak Türk boylarını yönetimi altında birleştirmesiyle kurulmuştu.

Devletin kuruluşu tamamlandıktan sonra sıra idari ve askerî teşkilata gelirdi. Bu kapsamda kağan önemli görevlere kendi soyundan olanlardan başlamak üzere en yakınlarını getirirdi. Ayrıca tahta geçme mücadelesinde desteğini aldığı boy beylerini çeşitli rütbe ve derecelerle yönetim kadrosuna dâhil ederdi. Onlar da emirleri altında, kendi boylarına mensup, güvenebilecekleri insanlara yer verirlerdi.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir  Mısır’da Kurulan Türk Devletleri

c. Askerî Güç

Türk devletlerinin dayandığı temel güç kaynaklarından biri de ordu idi. Türkler; İç Asya’da ve diğer coğrafyalarda güçlü devletler kurmuş, çeşitli kavimleri yönetimleri altında toplamış ve geniş topraklara hâkim olabilmişlerse bunu her şeyden önce güçlü orduları sayesinde başarabilmişlerdi.

Tarihe “ordu-millet” olarak geçen Türkler askerliği para karşılığı yapılan bir meslek olarak görmezdi. Başka bir deyişle Türklerde halk ordu, ordu da halk durumundaydı. Bu anlayış gereği toplumda eli silah tutan herkes asker sayılır; canını, malını ve ailesini korumak üzere küçük yaşlardan itibaren bir asker gibi yetiştirilirdi. Savaş zamanında da bütün halk ordu teşkilatı içinde yerini alırdı.

Türk kağanı başkomutan olarak savaş sırasında ordusunun başında bulunurdu. Hanedan üyelerinden bazıları ve boy beyleri de orduda görevler üstlenirlerdi. Bu beylerin emri altında sayıları binlerle ifade edilen büyük birlikler bulunurdu. Bunlar savaş öncesinde ve savaşta kendilerine verilen görevleri yerine getirerek devletin devamına ve sınırların genişletilmesine önemli katkılar sağlardı.

3- Güç Paylaşımı ve Yönetim Organizasyonu

İlk Türk devletlerinde kağan kut sahibi devlet başkanı, başkomutan ve topluma liderlik eden biri olarak bütün gücü şahsında toplardı. Kağan savaşa ve barışa karar verir, devletin iç ve dış politikasını belirlerdi. Ordu ve devlet teşkilatının her kademesindeki görevlileri tayin edebilir ya da görevden alabilirdi.

Bütün devlet görevlileri, askerler ve halk kağanın her biri kanun hükmünde olan emirlerine uymakla yükümlüydü. Kağan aynı zamanda yargı yetkisini de elinde bulundururdu. Buna dayanarak yüksek mahkemeye başkanlık yapar, devlete karşı işlenen suçlarla ilgili davalar başta olmak üzere büyük davalarda sanıkları yargılayarak cezalar verebilirdi.

Kağan Gök Tengri tarafından geniş yetkilerle donatılmasına ve her konuda son sözü söyleme yetkisine sahip olmasına rağmen devlet işlerinde danışmaya önem verirdi. Siyasi, hukuki, askerî, ekonomik ve toplumsal konular, kağanın başkanlık yaptığı kurultay denilen meclis toplantılarında görüşülüp karara bağlanırdı.

Toy veya kengeş denilen kurultaya hatunun yanı sıra önde gelen devlet adamları ve boy beyleri katılırdı. Asya Hun Devleti ve İç Asya’da kurulan diğer Türk devletlerinde kurultay toplantıları birinci, beşinci ve dokuzuncu aylarda olmak üzere yılda üç defa yapılırdı.

Dokuzuncu ayda yapılan toplantıya başta hatun olmak üzere kağanın oğulları olan tiginler, üst düzey memurlar, ordu komutanları ve bağlı boylar katılırdı. Büyük kurultayda ordu teftişinin yanı sıra insan ve hayvan sayımı yapılır, ülke sorunları görüşülüp kararlar alınırdı. Kurultaya katılmak devlete bağlılık ve kağanın meşruiyetini onaylamak anlamına gelirdi.

Toplantıda bulunmamak ise isyan ve itaatsizlik olarak görülürdü. Türk devletlerinde kağanın en yakın yardımcısı eşi olan hatun idi. Devlet yönetiminde söz sahibi olan hatun devlet meclislerine katılır, elçi gönderme ve kabul törenlerinde bulunurdu. Gelecekteki kağanın annesi olacağı için hatunun tanınmış bir Türk boyundan gelmesine dikkat edilirdi.

İç Asya’da hüküm süren Türk devletlerinde kağana ülke yönetiminde yardımcı olan görevliler vardı. Bunların başında aygucı veya üge unvanıyla anılan devlet danışmanları gelirdi. Ayukıya (hükûmet) başkanlık eden aygucının emrinde her biri farklı işlerden sorumlu, buyruk adı verilen bakanlar görev yapardı. Türk devlet geleneğine göre kağan yalnızca ülkesini değil dünyanın tamamını yönetme yetkisine sahipti.

Cihanşümul devlet anlayışının yansıması olan bu düşünce Orhun Kitabelerinde “Üstte gökyüzü, altta yağız yer, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmıştır. İnsanoğlunun üzerine de (Tengri tarafından) Türk kağanları (Bumin ve İstemi) oturtulmuştur.” sözleriyle ifade edilmişti.

Türk devletlerinde devletin merkezi doğuda bulunur ve kağan ülkesini buradan yönetirdi. Devletin batı kanadı ise yabgu unvanıyla kağanın kardeşlerinden biri tarafından yönetilirdi. Yabgu savaşa ve barışa karar verir, yabancı devletlerle antlaşmalar yapar, elçiler gönderip kabul edebilirdi.

Türk devletlerinde ikili teşkilat adıyla bilinen yönetim organizasyonunun temeli, Türk töresinde var olan ülüş ilkesine dayanıyordu. Dağıtma anlamına gelen üleştirme kelimesinden gelen ülüş, Türklerde ülkenin hanedan üyeleri arasında paylaştırılması sistemini ifade ediyordu. Ülüş ilkesi gereğince Hunlar, Kök Türkler ve Uygurlarda ülke doğu-batı veya sağ-sol şeklinde ikiye ayrılırdı.

Tahta çıkan hükümdar sağ ve soldaki önemli devlet mevkilerini yabgu, şad gibi unvanlarla anılacak olan oğulları ve kardeşleri arasında üleştirirdi. Geriye kalan görevlere ise boy beylerini tayin ederdi.

Kağan; devlet görevleri için yaptığı paylaştırma işlemini orduda da yapar, askerî birliklerin başına hanedan üyeleri ve boy beyleri arasından seçtiği kişileri getirirdi.

Ülüş, eski Türk devletlerindeki protokol kuralları içinde önemli yer tutardı. Kağanın bulunduğu toy ve yemeklerde kimin nerede oturacağı, ikram edilen atın veya koyunun hangi parçasını kimin yiyeceği dahi ülüş ilkesine göre belirlenirdi. Aynı şekilde otlakların, avların ve ganimetlerin bölüşülmesinde de bu ilkeye uyulurdu. Ülüşle tespit edilen paylaşımı reddedenler ise itaatsizlikle suçlanarak cezalandırılırdı.

4- Türklerde Töre

İlk ve Orta Çağlarda İç Asya’da siyasi teşekküller kurmuş olan Türkler gelişmiş bir hukuka sahipti. Devlet ve toplum hayatının düzenli bir şekilde devamını sağlayan bu hukukun temelini Türk töresi oluştururdu. Türklerde töre devletin kuruluş ve işleyiş biçimini; yol, yordam ve görenek ile halkın hayat tarzını ifade eden kapsamlı bir kavramdı. Başka bir deyişle töre hem devlet hem de toplum hayatına hâkim olan belirleyici güç idi.

Töre hükümleri yazılı olmayıp nesilden nesile aktarılarak varlığını sürdürürdü. Türkler arasında yaygın olarak söylenen “İl gider, töre kalır.” sözü de bunun bir ifadesiydi. Türk devlet anlayışında devlet ile töre birbirinden ayrı düşünülemeyen, biri diğerinin tamamlayıcısı olan unsurlardı.

Bu durum Bilge Kağan Kitabesi’nde “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi düzenlemiş.”sözleriyle dile getirilmişti.

Türk devletlerinde kağanlar devletin kuruluşunda veya tahta çıktıktan sonra ilk iş olarak töreyi düzene koyardı. Kağan bu yolla ülkede kanun hâkimiyetini sağlayarak keyfî yönetimden kaçınmış olurdu.

Devleti yönetenler gibi halkın da töreye uyma zorunluluğu vardı. Türk toplumunda töre hükümlerine karşı çıkmak kolayca göze alınabilecek, çok rastlanan bir durum değildi. Çünkü töreye aykırı davrananlar ayıplanır, toplum dışında itilir ve cezalandırılırdı. Türk töresine göre adam öldürmek, barış zamanında kılıç çekmek, zinada bulunmak, hayvan kaçırmak, hırsızlık yapmak ve benzeri hareketler kesin olarak yasaklanmıştı.

Bu suçları işleyen kişiler idam edilir, onların malları devlet hazinesine alınır ve aile fertlerinin hürriyetleri kısıtlanırdı. Hafif suçlara ise genellikle on günü aşmamak üzere hapis veya bedel ödeme cezaları verilirdi.

Tarih Bilimi Ders Notları

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu