İnsanlığın İlk Dönemleri | İlk Yerleşmeler
Yerleşik hayata ve medeniyete dair bilinen en eski izlere Anadolu topraklarında rastlanır. Anadolu; insanlığın birkaç milyon yıl süren avcılık-toplayıcılık hayatının ardından yerleşik hayata geçtiği, hayvanları evcilleştirip tarıma başladığı bir coğrafyadır. Arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulara göre yazının icadından önceki zamanlara ait ilk yerleşmelerden birinin Çayönü’nde kurulduğu ortaya çıkmıştır.
a. Çayönü
Çayönü Diyarbakır ilinin Ergani ilçesinin 7 km kadar güneybatısında kalan bir yerleşmedir. Yapılan araştırmalarda Çayönü yerleşmesinin bulunduğu Ergani Ovası’nın MÖ 12 binlerde meşe ormanlarıyla kaplı olduğu, burada yabani sığır, koyun ve keçilerin yaşadığı başka bir deyişle buranın yaşam kaynakları açısından son derece zengin olduğu tespit edilmiştir.
Bu özellikleriyle Çayönü daha hayvanların tam olarak evcilleştirilmediği ve tarımın başlamadığı bir dönemde avcı toplayıcı insanlara ev sahipliği yapmıştır. MÖ 10200 yıllarından itibaren de insan topluluklarının yerleşerek köy hayatına başladığı bir merkez hâline gelmiştir.
Çayönü kazılarında ağaç dalları ve kamışlardan yapılmış basit yuvarlak kulübelerin zaman içinde taş temelli kerpiç yapılara dönüştüğü görülmüştür. Bu durum Çayönü halkının toplayıcılık ve avcılıktan tarıma dayalı köy hayatına geçtiğini göstermektedir. Çayönü, tahıl üretimi ve hayvanların evcilleştirilmesine dayalı köy hayatının yaşandığı ilk yerleşmelerdendir.
Yabani buğday, mercimek ve baklagillerin tarıma kazandırılması, küçükbaş hayvanların evcilleştirilmesi burada gerçekleşmiştir. Bu özellikleriyle Çayönü bilim insanları tarafından uygarlığın doğduğu yerlerden biri olarak kabul edilmektedir. 1964 yılında başlayan Çayönü kazılarında çakmak taşı, obsidyen ve bazalt taşlarından yapılmış aletler ortaya çıkarılmıştır.
Çayönü insanı söz konusu maddeleri kullanarak oraklar ve delici-kazıcı aletler ile çeşitli süs eşyaları yapmıştır. Bununla birlikte Çayönü yakınlarında bulunmadığı bilinen çakmak taşının ve obsidyenin nereden getirildiği tam olarak anlaşılamamıştır.
Çayönü’nde çanak çömleklerin yanı sıra av hayvanlarının kemiklerinden yapılmış iğneler, çengeller, boncuklar, halkalar ve düğmeler bulunmuştur. Diğer yandan Çayönü bakır yataklarının bulunduğu Ergani’ye yakın bir yerdedir. Bu nedenle Çayönü insanı dünyanın başka yerlerindeki insanlardan yaklaşık 2000 yıl önce bakırı işleyerek aletler yapmayı öğrenmiştir.
b. Çatalhöyük
Anadolu’nun yazının icadından önceki zamanlarını aydınlatan önemli merkezlerden bir diğeri Çatalhöyük’tür. İngiliz arkeolog James Mellaart’ın (Ceyms Melart) 1958 yılında başlattığı Çatalhöyük kazılarında insanlık tarihine ışık tutan önemli bulgulara ulaşılmıştır. Günümüzden yaklaşık 9 bin yıl öncesine tarihlenen Çatalhöyük 8.000 kişilik nüfusuyla o dönemin en büyük ve en kalabalık yerleşmelerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Çatalhöyük Yerleşmesi
Çatalhöyük, Konya iline bağlı Çumra ilçesinin on bir kilometre kuzeyindeki Küçükköy sınırları içerisinde bir höyüktür. Dokuz bin yıl önce burada, üretici ve çalışkan insanların bolluk ve bereket içinde yaşadıkları büyük bir köy vardı. Buzul Çağı sonrasında Konya Ovası’nda oluşan göl yeni kurumaya başladığı için bu bölge o zamanlar yer yer bataklık alanlara sahipti.
Çevrede yerleşmek için daha kuru alanlar da vardı elbette ama Çatalhöyüklüler (Köylerinin o zamanki adını bilmediğimiz için onlara bildiğimiz adıyla Çatalhöyüklüler diyoruz.) köylerini, zengin kaynak sağlayan Çarşamba Irmağı’nın kıyısına kurmuşlardı. Köyü kurdukları alan hem bu kaynaklara yakın hem de besin kaynakları açısından zengindi.
Öylesine yararlandılar ki bu topraklardan köy büyüdükçe büyüdü, geniş bir alana yayıldı. Sayıları arttıkça arttı, nüfusları on binleri buldu. Ancak bildiğimiz kadarıyla bu büyük ve kalabalık köyün günümüzde olduğu gibi bir yöneticisi yoktu. Herhâlde birbirlerine saygılı insanlardı ve ortak kararlar alarak organize olabiliyorlardı.
Tarih Öncesi Eğitim Programı Öğretmen El Kitabı, s. 21.
Çatalhöyük’te evler birbirine bitişik ve düz damlı olarak aynı planda inşa edilmişti. Bununla birlikte her evin duvarı ayrıydı. Duvarların bitişik olması nedeniyle evler arasında sokaklara yer verilmemişti. Her yeni ev yanındakine göre biraz daha yüksekte inşa ediliyor ve evlere giriş damlarda açılan kapılardan sağlanıyordu. İnsanlar evlerine girip çıkarken damlara kurulu merdivenleri kullanıyordu.
Tek katlı olan Çatalhöyük evlerinin yapımında kerpiç, ağaç, kil ve kamış kullanılmıştır. Damlar kerpiç duvarların ve şehrin güneyindeki ormandan elde edilen ağaç direklerin üzerine oturtulmuştur. Kamışla kapatılan damların üzeri sıkıştırılmış kil toprakla kaplanarak sağlamlaştırılmıştır.
Çatalhöyüklüler oda ve depo şeklinde iki bölümden oluşan evlerinin içini sıvayıp beyaza boyadıktan sonra duvarlarına resimler yaptılar. Bu resimlerde kilim desenleri, iç içe geçmiş daireler, yıldızlar ve av sahneleri ile akbabalar, leoparlar, kuşlar ve geyikler gibi hayvanlara yer verdiler.
Evlerin tabanına ise tahıl sapları ve bataklık sazlarından ördükleri hasırları serdiler. Diğer yandan duvar diplerinde ev içi yaşamı kolaylaştırmak amacıyla sekiler ve yüksek platformlar inşa ettiler. Ölülerini kemikten yapılmış aletler, renkli taşlar, kesici aletler, taştan baltalar, deniz kabuğundan yapılmış boncuklarla birlikte bu platformların altlarına gömdüler.
Çatalhöyük’te yürütülen kazılarda ahşap kaplar, kutular, kemiklerden yapılmış takılar, çakmak taşından hançerler ve bıçaklar ile obsidyen ok ve mızrak uçları bulunmuştur. Kazılarda ele geçen malzemeler içinde en dikkat çekenleri pişmiş topraktan yapılmış kap kacaklar ve bereket tanrıçası heykelleridir. Buluntulardaki üstün el işçiliği ve süslemeler Çatalhöyük’te gelişmiş bir sanat anlayışının varlığını göstermektedir.
c. Tarihi Yeniden Yazdıran Keşif: Göbeklitepe
Her bilim dalında olduğu gibi tarihte de araştırma ve incelemeler durmaksızın devam etmektedir. Dünyanın birçok ülkesinde tarihçiler, arkeologlar, paleograflar ve daha pek çok uzman, insanlık tarihinin bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmak için geceli gündüzlü çalışmaktadır.
Bu çalışmalarda yeni bulgular elde edildikçe geçmişe ilişkin bilgiler de değişmektedir. Tarihî bilgilerin değişebilir olduğunu gösteren bu durumun en son örneği Şanlıurfa ilimizin sınırları içinde devam eden Göbeklitepe arkeolojik kazılarında görülmüştür.
Şanlıurfa il merkezinin 18 km kuzeydoğusunda yer alan Göbeklitepe, 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halet Çambel tarafından fark edildi. Şanlıurfa Müze Müdürlüğünün 1995 yılında başlattığı Göbeklitepe kazıları Alman Arkeoloji Enstitüsünden Prof. Dr. Klaus Schmidt (Kılaus Şimit) danışmanlığında sürdürüldü. Kazı çalışmalarının hâlen devam ettiği Göbeklitepe, 2018 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alındı.
Göbeklitepe’deki kazılarda günümüzden 12 bin yıl öncesine ait tapınaklarla karşılaşıldı. 15-20 metre çapındaki bu tapınaklarda “T” ve ters “L” harflerine benzeyen tek parça hâlindeki anıtsal taş sütunlar daire şeklinde sıralanıyor. Tapınağın merkezinde yine “T” biçimli sütunlar bulunuyor.
Her biri 40-50 ton ağırlığındaki bu taşların yüksekliği 4-6 metre arasında değişiyor. Uzmanlara göre insanı simgeleyen bu sütunların üzerinde boğa, turna, akbaba, kaplumbağa, yılan, tilki, aslan, kurt ve örümcek kabartmaları ve heykelleri yer alıyor. Dünyanın bilinen en eski ve en büyük tapınak yerleşkesi Göbeklitepe Tarih Öncesi Dönem ve yerleşik hayata geçişle ilgili pek çok bilgiyi altüst etti.
Yakın zamana kadar Çayönü ve Çatalhöyük’ün en eski yerleşmeler olduğu kabul edilirken Göbeklitepe’nin keşfiyle birlikte uygarlıklar ve dinler tarihinin yeniden yazılması ihtiyacı ortaya çıktı. Tarih Öncesi Dönem’e ait ilk tapınağın Malta Adası’nda bulunduğu ve MÖ 5000 yılına tarihlendiği biliniyordu.
Göbeklitepe’deki kazılar bu bilgiyi değiştirerek ilk tapınağın çok daha önceki bir dönemde Anadolu’da inşa edildiğini ortaya koydu. Kazılar ilk mimari yapıların insanların yerleşik hayata geçmesinden sonra inşa edildiği bilgisini de değiştirdi. Çünkü Göbeklitepe’deki tapınaklar insanlığın henüz tarım ve hayvancılığa geçmediği bir döneme aitti.
Buna göre avcı-toplayıcı insanlar beslenme ihtiyaçlarını gidermekle kalmamış doğayı anlamaya çalışarak bir tanrının veya tanrıların varlığına inanmışlardı. Onlara ibadet amacıyla da dev boyutlarda süslü tapınaklar yapmışlar, kutsal bir mekân hâline getirdikleri Göbeklitepe’de düzenli aralıklarla bir araya gelmişlerdi.