Tarih Bilimi

Devletler Doğuyor

1- Devletin Ortaya Çıkışı ve Devlet Türleri

İnsanlar bütünüyle doğaya bağımlı oldukları ilk zamanlarda tek tek bireyler veya üye sayısı 10-50 arasında değişen aile toplulukları hâlinde yaşıyorlardı. Ancak doğada karşılaştıkları tehlikeler; beslenme, barınma ve güvenlik kaygıları onları bir arada yaşamaya mecbur bıraktı.

Bunun sonucunda klan veya kabile olarak adlandırılan en fazla birkaç yüz kişilik, daha büyük gruplar oluşmaya başladı. Kabile ortak bir atadan türediklerine inanan, aralarında belli bir hiyerarşi bulunmayan, kararlarını topluluğun bilge kişilerine danışarak alan insanlardan meydana geliyordu.

İnsan topluluklarının büyüme süreci kabile ile sınırlı kalmadı. Kabilelerden birinin güçlenerek komşu kabileleri içine almasıyla birlikte boy olarak da adlandırılabilecek kabile konfederasyonları ortaya çıktı. Boylar nüfusu binlerle ifade edilen, başında bir beyin bulunduğu, sivil ve askerî hiyerarşinin belirginleştiği siyasi organizasyonlardı. Boylar güvenlik ihtiyacı, yerleşik hayatın yaygınlaşması, ekonominin gelişmesi ve iş bölümü gibi nedenlerle güçlerini birleştirme yoluna gittiler.

Uzlaşma veya savaş yoluyla gerçekleşen bu birleşmeler sonucunda da devletler ortaya çıktı. Başlangıçta şehir devletleri olarak şekillenen bu organizasyonlara Mısır’da nom, Mezopotamya’da site, Ege ve Yunan medeniyetinde ise polis adı verildi. Şehir devletlerinin siyasi, askerî ve ekonomik güçlerini arttırıp hâkimiyet sahalarını genişletme isteğine bağlı olarak da daha büyük devletler ve imparatorluklar kuruldu.

Atina, Ege ve Yunan medeniyetinin önemli şehir devletlerinden biridir.

Şehir devletlerinin imparatorluklara dönüşme sürecinde Mısır, Mezopotamya, İran ve Anadolu’da güçlü siyasi organizasyonlar ortaya çıktı. Bu organizasyonlar merkezî hükûmet tarafından yönetilmesine rağmen kendisini oluşturan şehir devletlerinin egemenliklerini kısmen devam ettirdikleri konfederasyolar şeklindeydi.

Anadolu’da devlet kuran Hititler, Frigler, Lidyalılar ve Urartular ile Mezopotamya uygarlıklarından Sümerlerin yönetim yapısı böyleydi. Bunlardan Hitit Krallığı kurulduğunda çeşitli beyliklerin bir yönetim altında toplanmasından meydana gelen feodal bir devlet görünümündeydi.

Hitit kralları güçlendikçe bu beylikleri atadıkları valiler aracılığıyla yönetmişler; buna karşılık yeni fethedilen yerlerde ise eski yönetimlerin devamına izin vermişlerdi.

Mısır Krallığı ve İran’daki Pers İmparatorluğu başından itibaren merkezî birer devlet olarak teşkilatlandılar. Persler imparatorluk tanımına uygun şekilde geniş topraklar üzerinde egemenlik kurdular. Aralarında etnik, kültürel ve dinsel farklılıklar bulunan milletleri kendi yönetimleri altında topladılar.

Yunanlar ise adalardan ve dağlık arazilerden oluşan ülkelerinde merkezî bir devlet hâline gelemediler. Atina, Sparta, Korint, Megara gibi birbirlerinden bağımsız şehir devletleri şeklinde yaşadılar. Yunanistan’dan gelip Batı Anadolu kıyılarına yerleşen İyonlar da bu şehir devletlerine benzer siyasi yapılar kurdular.

2- Siyasi Gücün Meşruiyet Kaynağı

Hitit kralını gösteren bir heykel (Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara)
Hitit kralını gösteren bir heykel (Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara)

Geçerli olma durumunu ifade eden “meşruiyet” sözcüğü devletler için kullanıldığında yönetilen halkın yöneticileri kabul etmesi anlamına gelmektedir. Günümüz devletlerinde yöneticiler meşruiyetlerini genellikle demokratik yollarla kabul edilen anayasalardan ve seçimle gelmiş olmalarından alırlar.

Buna karşılık devletlerin geçmişte dayandığı meşruiyet kaynakları günümüzdekilerden oldukça farklıdır. Anadolu’daki ilk büyük siyasi organizasyonu kurmuş olan Hititlerde kral, pankuş denilen asiller meclisince hanedan üyeleri arasından seçilirdi. Pankuşun kralı ve kraliçeyi yargılayıp cezaya çarptırma yetkileri vardı. Ancak devlet işlerinde son sözü söyleme yetkisinin tanrı tarafından krala verildiği kabul edilirdi.

Hitit kralı tanrı adına devleti yönetir, orduya başkomutanlık yapar, kanunları koyar ve başyargıç olarak bu kanunları uygulardı. Aynı zamanda başrahip sıfatıyla dinî törenleri idare ederdi. Hitit halkı krallarının tanrı tarafından görevlendirildiğine inanır ve onun emirlerini tanrı emri olarak görürdü.

Hitit rahipleri kral tapınağa geldiğinde “Kral, tanrılar tarafından sevilsin. Ülke; yer, gök ve insanlarıyla Fırtına Tanrısı’nındır. O, Labarnayı (kralı) yönetici hükümran yaptı. Onu vekil tayin etti ve ona Hatti ülkesinin tümünü verdi. Bütün Hitit ülkesi Labarna tarafından sonsuza kadar yönetilsin. Kim ki Kral Labarna ve sınırlarına el uzatırsa Fırtına Tanrısı onu yok etsin.” şeklinde dua ederlerdi.

Urartu kralları Hitit krallarına benzer şekilde tanrı tarafından görevlendirildiklerine inanır ve ülkeyi onun adına yönetirlerdi. Kralların, yaptıklarından dolayı Urartu Devleti’nin baştanrısı olan savaş tanrısı Haldi’ye karşı sorumlu oldukları ve ona hesap verecekleri kabul edilirdi.

Siyasi birliğin sağlanamadığı Ege, Yunan ve Girit medeniyetlerinde şehir devletleri aristokrat denilen zengin toprak sahiplerinin bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Bu devletler ilk zamanlarda tanrılar adına hareket ettiklerini söyleyen ve basileus olarak adlandırılan krallar tarafından yönetildi. Krallar birer insan gibi düşünülen tanrılar adına tapınaklar yaptırır, onlarla iletişim kurabilmek için yanlarında din adamları ve kahinler bulundururlardı.

Aristokratların güçlenmesiyle birlikte Yunan sitelerinde yönetim bu sınıfın eline geçti. Böylece siyasi gücün meşruiyeti dine değil toprak zenginliğinden gelen asilliğe dayanmaya başladı.

Aristokrasi adı verilen bu yönetimde silah tutma yaşına gelmiş toprak sahipleri, agora veya forum denilen merkezde toplanarak şehrin yönetimiyle ilgili kararlar alırlardı. Kararları uygulaması için de arhon denilen yüksek memurlar seçerlerdi. Tarihte ilk defa Yunan şehir devletlerinde görülen bu yönetim şekli zamanla yönetme yetkisinin bir grubun eline geçtiği oligarşiye dönüşmüştü.

Yunan şehir devletlerinde ticaretin gelişmesiyle birlikte zenginleşen tüccar ve zanaatkârlar yönetimde söz sahibi olmak istiyorlardı. Ancak bu sınıflar ile aristokratlar arasında başlayan mücadele ortamında şehir devletlerinin yönetimini tiran adı verilen kişiler ele geçirdiler. Yönetime zorla ve yasal olmayan yollardan gelen tiranlar, şehirleri imar edip asayişi sağladılar.

Böylece halkın onayını alarak meşruiyet kazanmaya çalıştılar. Ancak bir diktatör gibi davrandıkları için tam anlamıyla meşruiyet kazanamadılar. Toplumdaki alt ve orta sınıfların demokrasi talepleri karşısında iktidarı bırakmak zorunda kaldılar. Bundan sonra bazı Yunan sitelerinde demos denilen halk meclisi ile bule adı verilen danışma meclisleri kuruldu. Böylece günümüzdekine benzer demokrasi yönetimlerinin ilk örnekleri görülmeye başladı.

İlk Çağ Yunan filozoflarından Aristoteles yönetimleri şu şekilde sınıflandırmıştır:

  1. Tek kişinin genelin yararını gözettiği yönetim: monarşi
  2. Azınlığın genelin yararını gözettiği yönetim: aristokrasi
  3. Çoğunluğun genelin yararını gözettiği yönetim: cumhuriyet
  4. Çoğunluğun sınıfsal çıkarını gözeten yönetim: demokrasi
  5. Azınlığın sınıfsal çıkarını gözeten yönetim: oligarşi
  6. Tek kişinin kişisel çıkarını gözeten yönetim: tiranlık

Eski Yunanlar gibi Sümerler de şehir devletleri kurmuşlardı. Sümerlerde her şehir devleti bir tanrı adına kurulur ve ensi ya da patesi denilen rahip krallar tarafından yönetilirdi. Yöneticilerin soy dayanışmasıyla hareket ettikleri Sümerlerde krallık babadan oğula geçerdi. Tanrı vekili sayılan Sümer kralları dinî ve siyasi yetkileri kendisinde toplardı.

Patesilerden biri komşu siteleri egemenliği altına alırsa lugal, bütün Sümer ülkesine hâkim olursa lugal kalma unvanını alırdı. MÖ 2750’de Uruk Sitesi Kralı Lugalzagizi, Sümer şehir devletlerini ilk defa bir yönetim altında birleştirmişti. Sümer sitelerinin rahip kralları gibi Akad, Elam, Babil ve Asur Devletlerini yöneten krallar da meşruiyetlerini dinden alırdı. Bu krallar halkın saygı gösterdiği tanrılar tarafından seçildiklerini ve onun vekili olduklarını ileri sürerlerdi.

Çıkardıkları kanunları tanrılardan aldıklarını vurgulayarak ülkede huzuru ve refahı sağlamakla görevlendirildikleri iddiasında bulunurlardı. Böylece ülke içinde otoritelerini arttırıp, siyasi birliği sağlayarak devletlerini merkezî mutlak krallıklar hâline getirirlerdi.

Dinin yönetim üzerindeki etkisi İlk Çağ’ın en önemli medeniyetlerinden birine ev sahipliği yapan Mısır’da daha fazlaydı. Mısırlılar firavunlarını yeryüzünde insanların arasında yaşayan bir tanrı olarak görür ve onun adına tapınaklar yaparlardı. Bütün Mısır ülkesi firavunun malı sayılırdı. Firavun devletini hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın istediği gibi yönetirdi.

Pers İmparatorluğu’nun başında, ülkeler kralı unvanını taşıyan bir imparator bulunurdu. Persler imparatorlarını, kötülük tanrısı Angramanyu’ya karşı savaşan iyilik tanrısı Ahuramazda’nın temsilcileri olarak görürlerdi. İstekleri tartışılmadan yerine getirilen Pers imparatorları mutlak yetki sahibi hükümdarlar olarak ülkelerini yönetirlerdi.

İmparatorlar fethettikleri ülkelerdeki tanrılara da saygı göstererek yeni tebaları üzerinde meşruiyet tesis etmeye önem verirlerdi. Pers imparatorları ülke topraklarını satraplık adı verilen eyaletlere böler ve her eyaletin başına satrap denilen valiler atarlardı. Satrapları şahgözü ve şahkulağı adı verilen müfettişleri aracılığıyla denetler, gerektiğinde onları görevden alıp cezalandırırlardı.

Pers İmparatorluğu’na son veren Büyük İskender de tanrısal güce sahip olduğuna inanan hükümdarlardandı. Bu nedenle Doğu Seferi sırasında gittiği Mısır’da Karnak Tapınağı’ndaki rahipler tarafından tanrı Amon-Ra’nın oğlu ilan edildi. Böylece hâkimiyetinin ve dünya imparatorluğu kurma fikrinin meşruiyetini dine dayandırmış oldu.

Roma İmparatorluğu İlk Çağ’ın önemli siyasi organizasyonlarından biriydi. Roma tarihinde sırasıyla krallık, cumhuriyet ve imparatorluk olmak üzere üç dönem yaşandı. Krallık Dönemi’nde Roma, teokratik olmayan bir şehir devleti görünümündeydi.

Roma kralları senatonun (ihtiyar meclisi) teklifi ile kuriya (halk meclisi) tarafından seçilir ve yine senato tarafından verilen imperium (emretme / buyurma) yetkisini kullanırdı. Kral en yüksek din adamı, yargıç ve başkomutan olmakla birlikte yapacağı işleri senatoya danışmak zorundaydı. Senato gerektiğinde kralın yetkilerini kısıtlayabilirdi.

Roma Senatosu (temsilî)
Roma Senatosu (temsilî)

Cumhuriyet Dönemi’nde Roma Devleti, senatonun bir yıllığına seçtiği ve eşit yetkiye sahip iki konsül tarafından yönetildi. Konsüller orduya komuta eder, senatoyu toplantıya çağırır, yüksek hâkim olarak görev yapar ve vergilerin toplanması gibi günlük devlet işlerini yürütürlerdi. Yaptıkları işlerden dolayı senatoya karşı sorumlu olan konsüllerden biri, diğerinin aldığı kararı veto edebilirdi.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir  Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı

Roma Devleti’nin buhranlı zamanlarında senato, konsüllerden birini geniş yetkilerle diktatör olarak seçerdi. Diktatör, altı aylığına seçilir ve yaptığı işlerden sorumlu tutulmazdı. İmparatorluk dönemini başlatan Oktavianus ise kutsal anlamına gelen Augustus unvanını aldı ve Roma tanrıları için Pantheon denilen bir tapınak yaptırarak meşruiyetini onlara dayandırdı.

Bu dönemde tüm yetkiler imparatorda toplandığından senatonun etkisi azaldı. İlk Çağ devletlerinde meşruiyet kaynağı olarak dinin yanı sıra soy birliği de önem taşıyordu. Neredeyse bütün devletlerde kutsal sayılan bir hükümdar ailesi vardı ve iktidar babadan oğula geçiyordu. Bu nedenle hükümdar soyundan geliyor olmak tahta çıkmak için en temel şartlardan biriydi. Öyle ki hanedan dışından biri devletin başına geçse de halkın gözünde meşruiyet kazanabilmek için kendini önceki hükümdarların soyuna bağlıyordu.

Pantheon'dan bir görünüş (Roma - İtalya)
Pantheon’dan bir görünüş (Roma – İtalya)

Roma İmparatorluğu’nda yönetme yetkisini kullanabilmek için asiller sınıfından gelmek gerekiyordu. Roma’da bu yetki şehrin ilk yerlileri olan Patricilerin elindeydi. Patricilerin evleri, arazileri, çiftlikleri ve sürüleri vardı. Devleti yöneten senato ve kuriya meclislerini onlar oluştururdu. Gens (klan) denilen aileler hâlinde yaşayan patriciler, kutsal saydıkları ortak atadan geldiklerine inanırlardı.

Sayıları üç yüzü bulan genslerin başında bulunan reisler senatonun doğal üyesiydi. Yönetim gibi askerlik ve devlet memurluğu görevleri de patricilerin imtiyazındaydı. Patriciler cumhuriyet döneminde pleb denilen halk sınıfına bazı haklar tanımak zorunda kalsalar da soya dayalı üstünlüklerini önemli ölçüde devam ettirdiler. Kendilerini Roma’nın gerçek sahipleri olarak görüp başka gruplara değer vermediler. Sınıf ve kavim farkı gözetmeksizin insanları eşit kabul eden Hristiyanlığı da ayrıcalıklı konumlarını kaybedecekleri korkusuyla engellemeye çalıştılar.

3- Siyasi Gücün Maddi Kaynakları

Tarihin ilk dönemlerinden itibaren devletler meşruiyet elde edebilmek için ilahi güçlerin yanında maddi kaynaklara da ihtiyaç duymuşlardır. Bu kaynaklar siyasi organizasyonların yalnız kurulması için değil, varlığının devamı için de hayati önemdedir. Maddi kaynaklarının en başında, söz konusu siyasi gücün üzerinde teşkilatlandığı coğrafya gelir.

İlk siyasi organizasyonların ılıman iklimin hüküm sürdüğü nehir, göl ve deniz kıyıları ile vahalarda kurulmuş olması tesadüf değildir. Buralar genellikle ekip biçmeye ve hayvancılığa elverişli, arazi yapısı yerleşmeye uygun bölgelerdir. Orta Asya Türk devletleri de hayvan yetiştiriciliğine uygun, geniş düzlüklerde kurulmuştur.

Aynı şekilde Mısır Krallığı Nil, Mezopotamya’daki devletler Dicle ve Fırat, Hindistan’daki racalıklar ise İndüs ve Ganj Nehirlerinin kıyılarındaki verimli topraklarda ortaya çıkmıştır. Benzer durum Sarı Irmak boylarında doğan Çin İmparatorluğu için de geçerlidir. İlk Çağ’da Anadolu’da görülen Hitit ve Avrupa’ya hâkim olan Roma İmparatorlukları da akarsu boylarında kurulup gelişen büyük siyasi güçler olmuşlardır.

Devletlerin meşruiyetinde coğrafi yapıya bağlı olarak gelişen hayat ve geçim tarzı önemli rol oynar. Bir siyasi güç her şeyden önce sınırları içinde yaşayan halkın geçimini temin etmelidir. Devletler bunu başarabildikleri ölçüde halk üzerindeki otoritelerini ve saygınlıklarını korurlar. Aksi hâlde diğer bütün meşruiyet kaynaklarına sahip olsalar bile güçlerini devam ettirmekte zorlanırlar.

Günümüzde olduğu gibi İlk Çağ’da da devletler ekonomik bakımdan güçlenmek ve toprakları üzerinde yaşayan halkı zenginleştirmek için çeşitli önlemler aldılar. Mezopotamya uygarlıklarından Akadlar, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla Dicle ve Fırat Nehirlerini kanalla birleştirip tarlaların içinden geçen sulama kanalları yaptılar. Urartu kralları da tarımsal üretimi arttırmak amacıyla barajlar ve kanallar inşa ettiler.

Tarımın ülkeleri için önemini bilen Frig kralları da üretimin kesintiye uğramaması için ağır cezalar içeren kanunlar yapmışlardı. Buna göre Frigya’da öküz kesenin veya saban kıranın cezası ölümdü. Tarım ve hayvancılığın yanı sıra ticaretle uğraşan Sümerlerde halk, hürler ve köleler olmak üzere toplumsal sınıflara ayrılırdı.

Hürler sınıfı rahipler, asiller, memurlar, zanaatkârlar, askerler ve tüccarlar gibi her hakka sahip olan gruplardan oluşurdu. Bir mal gibi alınıp satılan kölelerin ise hiçbir hakkı bulunmuyordu. Ticareti geliştirmeye yönelik önlemler alan Sümerler değişim aracı olarak gümüş külçeleri kullanıyorlardı.

Ticarette borç senedi de tarihte ilk defa Sümerler tarafından düzenlenmişti. Anadolu ve Mezopotamya gibi Çin’de de ekonomik hayat tarıma, hayvancılığa ve ticarete dayanıyordu. Burada en fazla yetiştirilen tarım ürünü pirinçti. Çinliler ticarette de çok ileri gitmişlerdi. Doğu-Batı ticaretinin ana güzergâhı olan ünlü İpek Yolu, Çin’den başlıyor ve bu yol üzerinden genellikle ipekli kumaşlar ile çini denilen seramikler ihraç ediliyordu.

Bu nedenle Çin imparatorları hem tarımsal üretimi arttırmaya hem de ticaret yollarının güvenliğini sağlamaya yönelik önlemler almışlardı. Deniz ticaretinde gelişen Ege Yunan havzasındaki şehir devletleri Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında kolonicilikle uğraştılar. Ekonomileri büyük ölçüde ticarete dayanan Persler, Batı Anadolu kıyılarına kadar uzanan Kral Yolu üzerinde ticaret yaptılar.

Kara ticaretinde söz sahibi olan Asurlular da aynı şekilde Anadolu ile ticaretlerinde bu yolu kullandılar ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kara ticaret kolonileri kurdular. MÖ 336’da tahta çıkan Makedonya Kralı Büyük İskender ülkesindeki ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı geliştirmek için çaba harcadı.

Topraklarını Perslerin satraplık sistemine benzer şekilde eyaletlere ayırarak yönetti. Perslerden kalma yolları geliştirerek ulaşıma ve ticarete önem verdi. Bilimsel çalışmalara ve sanata meraklı bir hükümdar olarak yanında götürdüğü bilginlere ülkelerin iklimi, coğrafi özellikleri, yer altı zenginlikleri ve canlı türleri hakkında araştırmalar yaptırdı. Geçtiği yerlerde, başta Mısır’daki İskenderiye olmak üzere kendi adını verdiği şehirler kurdurarak bu şehirlerde kütüphaneler ve akademiler açtı.

Büyük İskender, Doğu ve Batı kültürlerini kaynaştırarak MÖ 330 ile MÖ 30 yılları arasında devam edecek olan Helenistik medeniyetinin temellerini attı. Helenistik Dönem boyunca İskenderiye, Antakya, Bergama, Efes, Milet gibi şehirler canlı birer kültür ve ticaret merkezi olarak varlıklarını sürdürdü.

İlk Çağ’ın ticarete önem veren devletlerinden bir diğeri Roma İmparatorluğu oldu. İmparatorluğun her yerinde sağlamlığı ile meşhur yollar, köprüler ve konaklama yerleri yapan Romalılar farklı para ve ölçü birimlerini birleştirerek ticareti düzenlediler. Ayrıca alışverişi ve ödemeleri kolaylaştırmak üzere banka ve posta teşkilatları kurdular.

Siyasi organizasyonlar varlıklarını sürdürebilmek için silahlı güçlere ihtiyaç duymuşlardır. Güçlü ordular kurmaya önem veren Sümerlerde eli silah tutan her erkek asker sayılır ve savaşa katılırdı. Kral, başkomutan olarak savaşta ordunun önünde yürürdü. Disipliniyle tanınan Sümer ordusu ok, yay ve savaş arabası kullanan askerlerden oluşurdu.

Pers askerlerini gösteren bir duvar resmi
Pers askerlerini gösteren bir duvar resmi

Pers İmparatorluğu doğrudan imparatora bağlı askerlerden oluşan daimî bir orduya sahipti. Eyaletlerde bulunan satraplar da kendilerine ait ordular kurar ve savaş sırasında imparatorluk ordusuna katılırlardı. Persler çocuklarını küçük yaşlardan itibaren ata binmeye ve ok atmaya alıştırarak onların iyi birer süvari ve savaşçı olmalarına önem verirlerdi.

MÖ XIII. yüzyıl başlarında güçlü bir devlet hâline gelen Hititlerin her an savaşa hazır orduları vardı. Hitit ordusu savaş arabalı süvariler ve piyadeler olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. Gerektiğinde ücretli askerler de istihdam eden Hititler, Suriye’ye egemen olmak için Mısırlılar ile on altı yıl süren Kadeş Savaşı’nı yaptılar. Savaşın sonunda ise Mısır Krallığı ile tarihin bilinen ilk yazılı antlaşması olan Kadeş Antlaşması’nı imzaladılar (MÖ 1280).

Mısır ordusunun çekirdeğini firavunu korumakla görevli hassa askerleri ve kale muhafızları oluştururdu. Sürekli silah altında tutulan bu birliklerin dışında yardımcı kuvvetler de vardı. Savaş arabalarının üzerindeki Mısırlı askerler genellikle ok, yay, mızrak, balta ve kılıç kullanır; kalkanla kendilerini korurlardı.

Ticaretle uğraşan ve büyük bir zenginliğe ulaşan Lidya Devleti en parlak devrini Kral Krezüs Dönemi’nde yaşadı. Krezüs, ücretli askerlerden oluşan bir ordu kurdu. Ne var ki doğudan gelen Perslerin başkent Sardes’i istila etmesini önleyemedi. Orduya önem veren hükümdarlardan biri de Büyük İskender idi.

İskender güçlü bir ordu kurarak MÖ 334’te Asya Seferi’ne çıktı. Persleri önce Granikos (Biga / Çanakkale) Çayı kıyısında, ardından İssos’ta (İskenderun / Hatay) ve son olarak MÖ 331’de Dicle Nehri kıyısındaki Gavgamela’da (Erbil / Irak) yenilgiye uğrattı. Pers İmparatorluğu’nu yıktıktan sonra İran ve Afganistan’ı aşıp Hindistan’a girdi.

Büyük İskender'i (solda, at üstünde) Perslere karşı savaşırken gösteren bir duvar resmi (Pompei Arkeoloji Müzesi, İtalya)
Büyük İskender’i (solda, at üstünde) Perslere karşı savaşırken gösteren bir duvar resmi (Pompei Arkeoloji Müzesi, İtalya)

Kuruluş yıllarında devamlı ve düzenli bir ordusu olmayan Roma İmparatorluğu’nda savaş çıktığında, bütün vatandaşlar kendi imkânlarıyla silahlanır, atlı veya yaya olarak orduya katılırdı. İmparatorluk Devri’nde ise lejyon adı verilen düzenli askerî birlikler kuruldu. Ücretli yaya askerlerden oluşan bu birliklere imparator ya da konsüller komuta ederdi.

Orduda, Roma’ya bağlı devletlerin gönderdiği atlı askerler ile fethedilen ülkelerin askerleri de görev yapardı. Askerler silah olarak iki tarafı keskin kılıç, mızrak, balta ve kalkan kullanırlardı. İmparatorluğun iç bölgelerinde fazla asker bulundurulmaz, askerî birlikler yabancı istilasına karşı genellikle sınır boylarında konuşlandırılırdı. Romalılar, Kartaca Savaşlarından sonra denizciliğe önem vererek yelkenli ve kürekli gemilerden oluşan güçlü bir donanma kurmuşlardı.

Tarih Bilimi Ders Notları

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu